Abdest alırken, yıkanması gereken uzuvlardan birinde kuru yer kalırsa, abdest sahih olmaz. Gusülde ise vücutta, suyun ulaşabildiği her yerinin yıkanması gerekir.
Bu itibarla, abdest veya gusül alacak kimsenin, yıkanması gereken uzuvlarında, suyun altına ulaşmasına engel olacak bir tabaka bulunmamalıdır. Oje gibi vücut üzerinde tabaka oluşturup da suyun bedene ulaşmasına mani olanlar abdest ve gusle manidir. Abdest veya gusülden önce bunların çıkarılması gerekir. Buna karşılık, tabaka oluşturmayan saç boyası, kına gibi makyaj malzemeleri abdest ve gusle mani değildir.
Abdest uzuvlarından birinde yara veya hastalık bulunan kişi, bu organın yıkanması zarar verecekse, yıkamayıp ıslak elle mesheder. Mesh edilmesinin de zarar vermesi durumunda, bu da yapılmaz. Bu rahatsızlık abdest veya gusül uzuvlarından çoğunluğunda ise, abdest veya gusül yerine teyemmüm edilmelidir.
Dinmeyen burun kanaması, yaradan kan sızması, idrar tutamama, devamlı kusma, hayız ve nifas dışındaki kadınların akıntısı gibi bedenî rahatsızlıklar, en az bir namaz vakti süresince devam etmesi halinde özür olarak kabul edilmiştir. Böyle olan kimseye de mazûr denir.
İslâm dini kolaylık dinidir; kişiye gücünün üstünde yük yüklemez. Bu nedenle özürlü sayılan kişilerin ibadetlerini yerine getirebilmeleri için onlara kolaylıklar getirmiştir. Özürlüler, her vakit için abdest alır ve mazeret teşkil eden rahatsızlığından başka abdest bozan bir hal meydana gelmedikçe bu abdestle o vakit içerisinde dilediği gibi namaz kılar, Kur’an-ı Kerim okur ve diğer ibadetlerini yaparlar. Namaz vaktinin çıkmasıyla veya başka abdest bozan bir halin meydana gelmesiyle özürlü kimsenin abdesti bozulur.
Özür, bir namaz vakti boyunca hiç meydana gelmezse, özür ortadan kalkmış olur ve o kimse özür sahibi olmaktan çıkar.
Özürlü kimseden akan kan, irin, idrar gibi şeylerin çamaşıra bulaşması halinde, bundan kaçınılması mümkün değil ve temizlendiğinde tekrar bulaşacaksa yıkamadan namaz kılınabilir. Fakat tekrar bulaşmayacaksa, yıkanması gerekir.
Tuvalette abdest alınmasında bir sakınca yoktur. Ancak böyle yerlerde besmele, zikir ve duaların içten söylenmesi uygun olur.
Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı bulunduğunda, abdest alırken veya guslederken bu sargı çözülerek altı yıkanır ve yaranın üstü meshedilir. Ancak sargının çözülmesinin zararlı olması halinde çözülmeyip üzerine meshedilebilir. Sargının çoğunluğunun sadece bir defa meshedilmesi yeterlidir. Yapılan bu mesh, o uzvun hükmen yıkanması sayılır. Hatta meshetmenin de zararlı olması halinde, bundan da vazgeçilebilir. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi belirli bir süresi de yoktur; yara veya kırık iyileşinceye kadar devam eder.
Sargıya meshettikten sonra bu sargı değiştirilirse veya sargı düşerse, mesh bozulmaz; iade edilmesi de gerekmez. Ancak, yaranın iyileşip sargının çıkarılması halinde, mesh bozulur. Yara iyileştiği halde, sargı olsa bile mesih bozulur. Bu durumda, yaraya zarar vermeden sargı çözülerek altının yıkanması gerekir.
Mestler üzerine meshin caiz olmasının şartları arasında; mestlerin bağsız olarak ayakta durabilecek kadar katı olması, içine su almaması ve normal yürüyüşle en az 12 bin adım (yaklaşık 5 km.) veya daha fazla yürüyüşe dayanıklı olması yer almaktadır. Bu şartları taşıyan çorapların üzerine meshetmek caizdir. Bu nitelikleri taşımayan çorap üzerine meshedilmez.
Bunun yanında, mestler üzerine giyilen çoraplar, ince olup, abdest alırken üzerine meshedildiğinde altına ıslaklığı geçirirse, üzerine meshedilmesinde sakınca yoktur. Mest üzerine giyilen çorap altına ıslaklığı geçirmediği takdirde üzerine meshedilmesi caiz değildir.
Tedavî maksadıyla giyilen ve çıkarılmasında güçlük bulunan varis çorabı üzerine meshetmek caizdir.
Vesvese, nefs ve şeytanın meydana getirdiği iç karışıklığı, aslı olmayan ihtimaller, kuruntular demektir. Çok kere abdest ve guslün tamam olup olmadığı şeklinde görülmekte, elde olmayan kötü ve yanlış düşünceler şeklinde de olabilmektedir.
Vesvese sebebi ile, gusül ve abdestin tekrarlanması gerekmez. Vesvese gelse bile abdest ve gusle devam edilmelidir.
Kişi vesveseye itibar etmemeye çalışmalı, içe doğan şüphe ve tereddüt hallerinin asılsız olduğunu kendine telkin etmeli, ayrıca zaman zaman Felak ve Nas Surelerini okumalıdır.
İslâm'ın beş temel esasından biri olan namaz, günün belli zaman dilimleri içerisinde yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Vakit namazın şartlarından biri ve farz olmasının sebebidir. Yüce Allâh Kur’an’da, “Şüphesiz namaz vakitli olarak farz kılındı” (Nisa 4/104) buyurulmaktadır. Bu nedenle, namazların vakitlerinden önce kılınması caiz olmadığı gibi, vaktinden sonraya bırakılması da caiz değildir.
Kur’an-ı Kerim’de beş vakit namazdan söz edilmediği ileri sürülerek, günde beş vakit namazın farz olmadığını iddia edenler bulunmaktadır. Öncelikle, şunu belirtmek gerekir ki, hadisler olmaksızın Kur’an’ın doğru anlaşılması mümkün değildir. Kur’an’da namaz vakitlerinden açıkça bahsedilmediği gibi, nasıl kılınacağı da bildirilmemiştir. Namazın nasıl kılınacağını ancak hadislerden öğrenebiliriz. Aynı şekilde namazların vakitleri de Hz. Peygamber tarafından gösterilmiştir:
Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber’e gelerek namazı bir defa ilk vakitlerinde, bir defa da son vakitlerinde kıldırarak namazın vakitlerini göstermiştir (Müslim, Salât, 138). Hz. Peygamber de ashabına bu vakitleri bildirilmiştir (Müslim, Mesacid ve Mevâdiu’s-Salât, 138). Asr-ı saadetten günümüze kadar da namaz vakitleri 5 olarak kabul edilmiş ve öylece kılınmıştır. Namaz vakitlerinin bundan aşağı olduğunu söyleyen çıkmamıştır.
Diğer taraftan, namazla ilgili Kur’an ayetleri bir bütün olarak ele alındığında, beş vakte işaret edildiği görülür. “Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.” (Bakara 2/238) ayetinde namazlardan ve orta namazından bahsedilmektedir. Namazlar çoğuldur, bu nedenle en az üç vakit olması gerekir. Ayrıca bir de orta namazından bahsediliyor dolayısıyla en az beş vakit olmalıdır. Belki orta namazının üç vakit içerisine dahil olacağı ileri sürülebilir. Ancak namazla ilgili diğer ayetlere de baktığımızda üç vakitten fazla namaza işaret edildiği görülecektir; orta namazı olabilmesi için de dolayısıyla en az beş vaktin olması gerekir. Şöyle ki, “Güneşin batıya yönelmesinden, gecenin kararmasına kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah vaktinde namaz kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir.” (İsra 17/78) ve “Haydi siz, akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah' tesbih edin (namaz kılın). Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.” (Rum 30/17-18) ayetlerinde açık olarak dört vakitten bahsedilmektedir.
Belirli şartları taşıyan her Müslüman’a günde beş vakit namaz farzdır. Her namaz kendi vakti içinde edâ edilmek üzere farz kılınmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de : “Namaz, müminler üzerine belli vakitlerde edâ edilmek üzere farz kılınmıştır” (Nisa Suresi, ayet 103) buyurulmaktadır. Bu itibarla normal şartlar içinde her namazın vaktinde kılınması gerekir.
Hanefi mezhebine göre hac mevsiminde arefe günü Arafat ve Müzdelife’nin dışında hiçbir yerde namazların birleştirilerek kılınması caiz değildir.
Bununla birlikte, Hz. Peygamber’in sahih hadisleri ve uygulamaları dikkate alındığında, yolculuk, hastalık, doktorun ameliyatta bulunması gibi zorunluluk hallerinde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazları duruma göre takdim veya tehir edilerek birlikte kılınabilir. Birleştirilerek kılındığında, iki namaz arasındaki sünnet namazlar terk edilir; her bir farz için ayrı kamet getirilir.
Kur’an’da vaktinde kılınamayan namazların kaza edilmesi ile ilgili olarak açık bir ifade bulunmamakla birlikte, Hz. Peygamber bizzat kendisi vaktinde kılamadığı namazları kaza etmiş ve ashabına da bunu tavsiye etmiştir: Peygamberimiz Hendek savaşı sırasında harbin şiddetlenmesi nedeniyle ikindi namazını kılamamışlar; bunun üzerine “Bizi ikinde namazından alıkoydular. Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun” demiş ve ikindi namazını akşam ile yatsı arasında kaza etmiştir (Müslim, Mesacid ve Mevadi’u’s-Salat, N. 627). Ayrıca Hayber Fethinden dönerken, bir yerde konakladıklarında gece uyuya kalmışlar ve vaktinde kılamadıkları sabah namazını güneş doğduktan sonra kaza etmişlerdir(Müslim, Mesacid ve Mevadi’u’s-Salat, N. 680). Yine Peygamberimiz “Kim namazı unutursa veya uyuyup kalırsa hatırlayınca onu kılsın” buyurmuş ve “ekımi’s-salâte li zikrî” (Taha, 20/14) âyetini delil getirmiştir. (Buhârî, Mevâkîtü’s-Salati, No: 562; Müslim, Mesacid ve Mevadi’u’s-Salat, N. 680-684)
Unutma ve uyuma gibi bir mazeret olmaksızın terk edilen namazların kazası ile ilgili hadisin bulunmaması, bu namazların kazasının olmadığını göstermez. Zira, Hz. Peygamberin veya bir müminin prensipte bilerek farz namazları terk etmesi düşünülemez. Ancak Hz. Peygamberin bir mazerete binaen vaktinde kılınamayan namazları kaza etmesi ve bu yönde tavsiyede bulunması mazeretsiz olarak terk edilen namazların kaza edilebileceğinin göstergesidir.
Üzerinde namaz borcu olan kimselerin, öncelikle kaza namazı kılmaları gerekir. Bununla birlikte, imkanlar ölçüsünde, vakit namazları ile birlikte kılınan sünnet namazlarını ve tervih namazını da kılmaya çalışmalıdır.
Niyet namazın şartlarından biridir. Kişinin hangi namazı kıldığını bilmesi gerekir; hangi vaktin namazını kıldığını, farz, vacip veya nafile olduğunu, müstakil mi yoksa imama uyarak mı kıldığını niyetinde belirlemesi gerekir. Bu itibarla iki niyetle bir namaz kılınamaz.
Kerahat vakti olmaması kaydıyla, bir sonraki namazın vakti girmedikçe, beş vakit namazla birlikte kılınan sünnet namazlar kaza edilebilir. Müteakip vakit girdikten sonra sünnet namazlar kaza edilmez, yalnız farz namazlar kaza edilir.
Namazın dışındakiler ve içindekiler olmak üzere 12 farzı vardır. Bunlardan herhangi birinin eksik olması halinde namaz sahih olmaz. Namazın dışındaki farzlarına şartları, içindeki farzlarına da rükünleri denir.
Namazdan önce ve namaza hazırlık mahiyetindeki farzlara, namazın şartları denir. Bunlar altı tanedir:
a. Hadesten Taharet: Namaz kılacak kişinin abdestsiz olması halinde abdest alması, yıkanması gerekiyor ise, gusletmesi, bunlara gücü yetmediğinde ise, teyemmüm etmesi gerekir.
b. Necasetten Taharet: Namaz kılanın üzerinde ve namaz kılacağı yerde namaza mani pislik bulunmamalıdır.
c. Setr-i Avret: Namazda avret mahallinin örtülmesi demektir. Namazda erkeklerin en az diz kapağı ile göbeği arasını, kadınların ise, el, yüz ve ayağının dışındaki vücudunu örtmesi gerekir.
d. İstikbal-i Kıble: Namazı Kabe’ye yönelerek kılmak demektir. Kabe’yi görenlerin bizzat kendisine, görmeyenlerin ise o cihete yönelerek namazlarını kılmaları gerekir.
e. Vakit: Namazı vakti girdikten sonra kılmak gerekir.
f. Niyet: Namaz kılan kişinin, hangi namazı kıldığını bilmesi gerekir.
Namazın varlığı kendine bağlı olan ve namazın mahiyetini oluşturan farzlarına namazın rükünleri denir. Bunlar altı tanedir:
a. İftitah Tekbîri: Namaza “Allahu Ekber” diye başlamak.
b. Kıyam: Namaz kılarken, gücü yeten kimselerin ayakta durması.
c. Kıraat: Namaz kılarken, ayakta bir miktar Kur’an-ı Kerim okumak.
d. Rükû: Namazda eller dizlere değecek şekilde eğilmek.
e. Secde: Namazda, ayaklar, dizler, eller ve alın ile burnun yere konulmasıdır.
f. Kade-i Ahire: Namazın sonunda teşehhüt miktarı oturmaktır.
İslâm dini kolaylık üzerine bina edilmiştir. Ayrıca sorumluluklar ve kulluk da kulun gücüne göredir. Bu nedenle hastalık, hafifletme, kolaylaştırma sebebi sayılmıştır. Buna göre, ayakta namaz kılmaya gücü yetmeyen veya ayakta durmakta zorlanan kimse oturarak namazını kılabilir. Rükû veya secde etmeye gücü yetemeyen kimse ima ile namazı kılar. İmâ, namazda rükû ve secde yerine başla işaret etmektir. Bu şekilde namaz kılan kişi rükû için başı biraz eğer, secde için ise rükûdan biraz daha fazla eğer. Secdede başını yere koyamayan kimsenin, bir şeyi başına kaldırarak ona secde etmesi caiz değildir. Böyle kişi imâ ile namaz kılar. Oturarak namaz kılamayan, sırt üstü yattığı yerde imâ eder. Bir kişi ayakta durmaya gücü yettiği halde, rüku ve secdeye gücü yetmiyorsa, ayakta veya oturarak imâ edebilir; ancak oturarak imâ etmesi daha uygundur. Kaş veya göz ile ima ederek namaz kılınmaz. Başı ile ima etmeye gücü yetmeyen kimsenin namaz kılması gerekmez.
Namazda ayakta durmaya gücü yetmeyen kişi veya ayakta durması hastalığının artmasına veya uzamasına sebep olacak bir rahatsızlığı bulunan kişi oturduğu yerde namazını kılar. Oturarak namaz kılan kişi biraz eğilmek suretiyle rükuunu yaptıktan sonra, alnını yere koymak suretiyle secdelerini yapar. Secdeye gücü yetmeyen ise, ima ile namazını kılar.
Yere oturamayan kişi, ayakta veya bir sandalyeye oturarak namazını kılabilir. Böyle namaz kılan kimse, hem rükuu, hem de secdeyi ima ile yapması gerekir.
Duaların, zikirlerin Türkçe yapılmasında bir sakınca yoktur. Aynı şekilde, Yüce Allâh’ın ne dediğini anlamak ve hayatına tatbik etmek amacıyla, Kur’an-ı Kerim’in mealini okumak da bir ibadettir. Ancak Kur’an meali ile namaz kılınması uygun değildir. Kur’an’da, “(namazda) Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun!” (Müzzemmil 73/20) buyurulmaktadır. Hz. Peygamber de, “Sizden biriniz namaz kılmaya kalktığında, Allâh’ın kendisine emrettiği gibi abdest alsın. Sonra tekbir getirsin; Kur’an’dan bildiği bir şey varsa okusun. Eğer Kur’an’dan bir ezberi yoksa, Allâh’a hamdetsin ve O’nu yüceltsin.” demiştir. Bu nedenle Kur’an’ın orijinalinden okunması gerekir. Zira Kur’an mealleri Kur’an’ın kendisi değildir. Meallerdeki farklılıklar da bunu göstermektedir.
Sözlükte rahatlatmak, dinlendirmek anlamlarına gelen tervîha kelimesinin çoğulu olan terâvih, dinî bir kavram olarak, Ramazan ayında, yatsı namazı ile vitir namazı arasında kılınan nafile namaza verilen isimdir. Namazın her dört rek’atinin sonunda bir miktar oturulup dinlenmek müstehaptır; ki buna tervîha denilmiştir. Daha sonra bu kelimenin çoğulu olan terâvih, kılınan bu namaza isim olmuştur.
Terâvih namazı yirmi rek’at olup, erkek ve kadınlar için sünnet-i müekkededir. Hz. Peygamber, “Kim inanarak ve sevabını Allâh’tan bekleyerek Ramazan namazını (teravih) kılarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır” buyurmuşlardır[1]. Nafile namazların tek başına kılınması daha faziletli olduğu halde, terâvih namazının cemaatle kılınması sünnettir. Hz. Peygamber terâvih namazını iki defa cemaatle ashaba kıldırmış, ancak daha sonra farz olur düşüncesiyle cemaatle kıldırmaktan vazgeçmiştir[2]. Hz. Ömer halife olunca, halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldıklarını görüp, tekrar cemaatle kılınmasının daha hoş olacağını düşünmüş ve ashapla istişare ederek bu namazın yeniden cemaatle kılınmasını başlatmıştır. Halkın bir vecd içinde bu namazı kıldıklarını görünce, “ne güzel bir adet oldu” diyerek sevincini belirtmiştir[3]. Hz. Ali de, “Ömer mescitlerimizi teravihin feyziyle nurlandırdığı gibi, Allâh da Ömer’in kabrini öyle nurlandırsın” duası ile memnuniyetini açığa vurmuştur.
O dönemden günümüze kadar, büyük bir iştiyakla devam eden bu sevimli ibadet, toplumumuzda her kesimin ilgisini çekmektedir. Terâvih namazı büyük bir huşu ve huzur içerisinden ifa edilirken, birliği, dayanışmayı ve uzlaşmayı da beraberinde getirmektedir. Ancak son yıllarda bu ibadetle ilgili özellikle rekatları konusunda vatandaşlarımızın aklında istifhamlar oluşturulmak istenmektedir.
Hz. Peygamber’in kıldırmış olduğu teravih namazlarının kaç rekat olduğu konusunda bir rivayet bulunmamaktadır. Bu konuda Hz. Ömer’in teravihi cemaatle kılınmasını başlatmasıyla ilgili haberlerden ve Hz. Aişe’nin, Hz. Peygamber’in Ramazan ayındaki gece namazlarıyla ilgili hadisinden hareketle bir sonuca ulaşılmaya çalışılmaktadır. Bu konudaki haberler şöyle değerlendirilebilir:
Hz. Aişe’den, Rasulullah’ın Ramazandaki gece namazından sorulduğunda, Hz. Aişe, “Rasulullah ne Ramazanda, ne de Ramazandan başka gecelerde on bir rekat üzerine ziyade etmiş değildir.” karşılığını vermiştir.[4] Başka bir rivayette bu sayı on üç olarak zikredilmektedir[5]. Öncelikle bu hadisin teravih namazı hakkında olduğu konusunda bir açıklık bulunmamaktadır. Diğer taraftan Hz. Aişe’nin, Allâh’ın elçisinin Ramazan ayında ve Ramazan dışındaki gecelerde on bir veya on üç rekat namaz kıldığını belirtmesi, onun devamlı olarak kıldığı bir gece namazının bulunduğunu göstermektedir. Zaten Kur’an-ı Kerim’de de, “Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. Umulur ki Rabbin, seni övgüye değer bir makama gönderir.” buyurulmaktadır[6]. Bundan da anlaşılmaktadır ki, bu soru, Ramazan ayında Hz. Peygamber’in diğer ibadetlerinde olduğu gibi, gece namazlarında da bir değişiklik, artış olup olmadığını öğrenmek amacıyla sorulmuştur; terâvih namazı ile ilişkisi yoktur. Hz. Aişe’den rivayet edilen, “Rasulullah (a.s) Ramazan ayında, diğer aylarda görülmeyen bir gayrete girerdi. Ramazanın son on gününde ise çok daha şiddetli bir gayret gösterirdi. Son on günde, geceyi ihya eder, ailesini de uyandırırdı, izârını da bağlardı.” hadisi[7] bu görüşümüzü desteklemektedir. Diğer yandan, bu hadisin terâvihin meşru kılınmasından önce mi, yoksa sonra mı olduğu da belli değildir.
Hz. Ömer zamanındaki cemaatle kılınan teravih namazlarının rekatları konusunda iki rivayet vardır: yirmi rekat, on bir rekat.[8] Hz. Ömer’in dönemiyle ilgili farklı rivayetler; ünlü hadis bilgini Nevevî ve Buhârî şârihi Bedreddin Aynî tarafından, “Hz. Ömer’in on bir rekat emri, döneminde ilk kılınan teravih gecelerine aitti. Sonra teravih yirmi rekat olarak yerleşmişti. Şimdiye kadar devam eden de budur.” şeklinde yorumlanmıştır[9].
Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinden başlayarak, günümüze kadar teravih namazı yirmi rekat olarak kılınmıştır. Sahabeden kimse buna itiraz etmemiş ve alimler tarafından da bu şekilde kabul edilmiştir. Günümüzde de, başta ülkemiz olmak üzere pek çok İslâm ülkesinde teravih namazı cemaatle 20 rekat olarak kılınmaktadır. Allâh’ın rahmetinin taştığı, mağfiret ayı Ramazan’da, kadını - erkeği, çocuğu - genci ve yaşlısıyla halkımızın, tam bir kaynaşma, sevgi, saygı, huzur ve sükun içerisinde camilerimizi doldurarak büyük bir vecd ve iştiyak ile ifa ettiği bu ibadetin, tartışma konusu yapılarak toplumumuzda dine karşı şüphe uyandırmak ve toplumumuzu sebepsiz yere bir fikir kargaşasına sürüklemek iyi niyetli hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Bununla birlikte şunu da ifade etmek gerekir ki, teravih namazı nafile bir ibadet olduğundan, farz gibi telakki edilmesi de doğru değildir. Bu nedenle, yorgunluk, meşguliyet ve benzeri sebeplerle, teravih namazının evde 8, 10, 12, 14, 16 veya 18 rekat kılınması halinde de sünnet yerine getirilmiş olur. Ancak cemaate iştirak etmeye çalışmak daha iyidir.
Terâvih namazını iki rek’atte bir selam vererek ve dört rek’atin sonunda biraz dinlenerek kılınması müstehabdır. Bu dinlenmelerde tehlîl (lâ ilâhe illallâh demek) ve salavât ile meşgul olunması uygundur.
Terâvih namazını kıldıran imam, okuyuşu uzatarak cemaati bıktırıp dağıtmamalı; çabuk kıldırarak namaza noksanlık getirmemelidir. Teravih namazında da diğer namazlarda olduğu gibi, kıraatin gereği gibi yapılmasına ve ta’dil-i erkana riayet edilmesine özen gösterilmelidir.
Teravih namazı Ramazan ayının bir sünnetidir, oruçla ilişkisi yoktur. Bu nedenle, oruç tutmayanlar da teravih namazı kılabilirler.
Namaz sonrasında topluca veya tek başına tesbihat yapılmasında dinen bir sakınca bulunmamaktadır. Peygamber Efendimiz, farz namazlardan sonraki tesbihatı tavsiye etmişlerdir.
İster Cuma, ister bayram, ister cenaze namazı veya hangi namaz olursa olsun, kadınların erkeklerle birlikte cemaatle namaz kılmaları halinde, erkeklerden ayrı uygun bir yerde namaz kılmaları gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), namaz saflarını önce erkekler, sonra erkek çocuklar en arkada da kadınlar olmak üzere düzenlemiştir. Sünnete uygun olan, namazda safların bu tertip üzere olmasıdır.
Namaz vakitlerinin tamamının veya bir kaçının teşekkül etmediği bölgelerde, namaz, oruç gibi vakte bağlı ibadetler, vakitlerin normal teşekkül ettiği en yakın bölgenin vakitlerine göre takdir edilmek suretiyle eda edilir.
Müslüman bir işçinin, çalıştığı yerde namaz kılması için iş disiplini ve düzeni açısından işverenin veya amirlerin iznini alması uygun olur. Yine aynı şekilde işverenin veya işyerinde sorumluluk alan kimsenin, namaz kılmak isteyen işlerine, günlük dini görevi olan namazlarını kılabilme imkanını sağlaması gerekir. İşçinin mesaisini su-i istimal etmemesi kaydıyla işveren, bilhassa farz ve vacip namazların kılınmasından işçisini men edemez. İşçinin de, namazı bahane ederek, görevini suiistimal etmemesi gerekir.
Cuma namazı, dördü ilk sünnet, ikisi farz, dördü de son sünnet olmak üzere toplam on rekattır.
Cuma namazı için ezan okunduktan sonra, namaz bitinceye kadar alışveriş ve benzeri işlerle uğraşmak, Cuma namazı kılması farz olan kimseler için haramdır.
Akıllı, ergenlik çağına ulaşmış, Müslüman’ın ramazan orucunu tutması farzdır.
a) Yolculuk. Yolculuk, Ramazan ayında orucu tutmamak için ruhsat olarak kabul edilmiştir. Yolculuk esnasında tutulmayan oruçlar, daha sonra kaza edilir. Kur’an’da “Ey inananlar! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allâh’a karşı gelmekten sakınasınız diye, size de sayılı günlerde farz kılındı. İçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar. Oruca dayanamayanlar, bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir. Kim gönülden iyilik yaparsa, o iyilik kendisinedir. Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha iyidir.” buyurulmaktadır (Bakara 2/183-184).
Geceden oruca niyetlenip de, gündüz yolculuğa çıkan kimse, dilerse bu orucunu bozar, dilerse tamamlar. Ancak, ayette de belirtildiği gibi orucunu tamamlaması daha iyidir. Hz. Peygamber, Mekke’nin fethi için sefere çıktığında oruçlu iken, Kedîd denilen yere varınca orucunu bozmuştur (Buharî, Sıyam, No: 1808, Müslim, Sıyam, No: 1113). Bu da sefere çıkılınca başlanmış orucun bozulabileceğinin delilidir.
b) Hastalık. Oruç tuttuğu zaman, hastalığının artmasından veya uzamasından endişe edilen kimse ile, hastalığı sebebiyle orucu tutmakta zorlanan kişilerin Ramazan ayında oruç tutmayıp, iyileştikten sonra bunları kaza etmelerine izin verilmiştir. Biraz önce zikredilen ayet buna işaret etmiştir. Tıbben oruç tutması halinde hasta olacağı bildirilen kimse de hasta hükmündedir.
c) Gebelik ve Çocuk Emzirme. Gebe olan kadınların, oruç tuttukları takdirde kendilerine veya çocuklarına bir zarar gelmesinden korkulması halinde oruçlarını tutmayabilirler. Emzikli kadınlar da, sütlerinin kesilmesi ve çocuklarının zarar görmesi tehlikesi bulunması halinde oruçlarını tutmayabilirler. Hz. Peygamber hadislerinde buna müsaade etmişlerdir (Nesâî, Sıyam, 50-51, 62; İbn Mace, Sıyam,3).
d) Yaşlılık. Oruç tutamayacak kadar yaşlı olan kimseler de, oruç tutmayıp yerine fidye verebilirler. Bakara suresinin 184. ayetinde, bu şekilde olup da oruca güç yetiremeyenlerin, orucu tutmayıp fidye vermeleri gerektiği hükme bağlanmıştır. İyileşme umudu olmayan hastalar da aynı hükme tabidir.
e) İleri derecede açlık, susuzluk. Oruçlu bir kimse, açlıktan veya susuzluktan dolayı beden ve ruh sağlığının ciddi derecede bozulması tehlikesi ile karşılaşması halinde orucunu bozup daha sonra kaza edebilir. Böyle bir kimsenin orucuna devam etmesi ölümüne sebep olacak nitelikte ise, orucunu açmaması haram olur.
f) Zor ve meşakkatli işlerde çalışmak. Esas itibariyle bir insanın ibadetlerini normal bir şekilde yapmasını engelleyecek zor ve ağır işlerde çalışması veya çalıştırılması doğru değildir. Ancak kişisel veya toplumsal zorunluluklar, bazılarının böyle işlerde çalışmalarını gerektirmektedir. Böyle bir durumda bulunan kişi, oruç tuttuğu takdirde sağlığına bir zarar gelmesinden korkuluyorsa, oruçlarını tutmaya bilirler. Bunlar, izin günlerinde tutamadıkları oruçları kaza etmelidirler. Yıllık izninin bulunmaması ve haftalık izninin de yeterli olmaması gibi mazeretlerle buna da imkanı yok ise, fidye vermelidirler.
Oruç tutamayacak kadar yaşlı olan kimseler ve iyileşme umudu bulunmayan hastalar, oruç tutmayıp, her gün için bir fidye verir. Fidye ise, bir fakiri, bir gün doyurmaktır. Bu da, sadaka-i fıtır miktarıdır.
Orucun sahih olmasının şartları niyet ve orucu bozan şeylerden kaçınmaktır.
Oruç için niyetin vakti, akşam namazının vakti girmesiyle birlikte başlar.
Ramazan, günü belirlenmiş adak ve nafile oruçlarda niyet, öğle namazına 1 saat kalana kadar devam eder. Bunların dışındaki, keffaret, kaza, günü belirlenmemiş adak oruçlarında ise imsak vaktine kadar niyet edilmesi gerekir.
İmsak vaktinden, iftar vaktine kadar, ibadet niyetiyle, yemeden, içmeden, cinsî münasebetten ve diğer orucu bozan şeylerden uzak durmak, el çekmek demektir. İmsakın zıttı iftardır. İmsak vaktinin başlangıcı, tan yerinin ağarmasıyla başlar. Bu vakit, takvimlerde imsak vakti olarak gösterilmektedir.
Oruçlu iken, yemek, içmek ve cinsi münasebette bulunmaktır.
Ramazan ayında oruca niyet edildikten sonra, bir mazeret olmaksızın, kasten yemek, içmek ve cinsî münasebette bulunmak, oruç keffareti gerektirir. Ayrıca bozulan orucun kaza edilmesi de gerekir.
Oruç keffareti 60 gün (iki kamerî ay) peş peşe oruç tutmaktır. Buna gücü yetmeyen, 60 fakiri bir gün ya da bir fakiri 60 gün doyurur.
Adet veya loğusalık halinde bulunan kadınlar, bu günlerinde keffaret oruçlarına ara verirler. Bu durumlarından çıktıktan sonra ara vermeden keffaret orucuna devam ederek 60 günü tamamlarlar.
Dinimiz, hasta olan ve tedavi sürecinde bulunan kişilerin oruç tutmamalarına ruhsat vermektedir. Bu nedenle, tedavisi devam eden kimseler, sağlıklarına kavuşup, tedavileri tamamlanıncaya kadar oruçlarını erteleyebilirler. Bununla birlikte, Ramazan ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi arzu ediyorlar ise ve oruç tutmalarına başka bir engelleri de yoksa, iğnelerini iftardan sonra yaptırmaları yerinde olur. Bu imkana sahip olmayanlar ise, İmam Ebû Yusuf, Muhammed ve Malik’in görüşlerine uyarak, tedavi ve aşı amaçlı iğne yaptırabilirler; oruçları bozulmaz. Ancak, oruçlu iken gıda ve vitamin iğneleri yaptırılması uygun değildir.
[1] Buhârî, Salâtü’t-Terâvih, 1; Müslim, Müsâfirîn, 174.
[2] Buhârî, Salâtü’t-Terâvih, 1; Müslim, Müsâfirîn, 177
[3] Muvatta, 84 (H. No: 245).
[4] Muvatta, 88 (H. No: 261).
[5] Muvatta, 88 (H. No: 262); Müslim, I/508-510.
[6] İsra 17/79.
[7] Buharî, Fadlu Leyleti'l-Kadir 5; Müslim, î'tikâf 8,
[8] Muvatta, 85-86 (H. No: 248, 249, 250); İbn Ebî Şeybe, Musannef, II/163-164.
[9] İbn Humam, Fethu’l-Kadir, I/334; Aynî, V/357; Neylü’l-Evtâr, III/61.